Her müzik türünün kendine göre bir felsefesi, bir dünya görüşü vardır. Geçen ay Pakistan sufi müziği "Qawwali"yi tanıtmıştık. Bu ayki yazımızda ise Amerika/Seattle'dan çıkıp tüm dünyaya yayılan "grunge" müzik türünün insanlar için neler ifade ettiğini anlamaya çalışacağız. Aslına bakarsanız müziği belli bir kategoriye sokmak oldukça zor. Her grubun hatta her bireyin farklı bir müzik anlayışı ve zevki var. Ancak yine de genel olarak müziği belli başlı temel gruplara ayırmak mümkün. Müziğin tamamen zevk meselesi olduğunu ve bu konuda yazılan çizilen herşeyin olduğu gibi bu yazının da çoğunlukla kişisel görüşlerden oluştuğu hatırlatmasını yaparak grunge'ı incelemeye başlayabiliriz. Kurt Cobain, grunge'ı, üç çığlık ve bir akor olarak tarif ediyor. Nirvana'nın dışında Pearl Jam, Soundgarden, Temple of the Dog, Alice in Chains gibi gruplar bu türün öncüsüydüler. Sharon Stone da 90'lı yılların yeni ruhunu, 'Sliver' filminde; hafta sonu için Pearl Jam konserine bileti olduğunu söyleyerek bir cümlede özetlemiş oluyordu. 90'lı yıllarda Holywood filmlerinin ana teması "Amerikan rüyası" idi. Bu rüya, gerçekte kayıp kuşak diye anılan Generation X'in yerine sahneleniyordu. Çünkü sistem bu kuşağı görmezden geliyordu. Bu rüya için yollara düşen gençler yıllar sonra aslında rüyadan ziyade bir gerçekle karşılaştılar, ama onların kafası o gerçeği anlayacak kadar bile ayık değildi. Bu karşılaşma çoğu zaman onların sonu demekti.
Seattle'lı gruplar, hardcore gelenekle gerçekleşen gelişme sonunda punk-rock'ın karışımıyla grunge'ı meydana getirmişlerdi. "Grunge" akımının imgeleri; ormancı gömlekleri ve yırtık kotlar, punkvari, duygulu ama akordsuz vokaller, neredeyse hiç yıkanmayan saçlar ve grup adı olarak genellikle bir ev eşyası. Seattle şehri punk-rock karışımı müzik ve üst üste giyilen tişörtlerin yanısıra uyuşturucu ile de anılır olmuştu. Eroin, gençler arasında müzikle birlikte çok hızlı yayılıyordu. Seattle'ın efsane adamı Andrew Wood da aşırı dozda uyuşturucudan ölmüştü. Gençlerin geleceği de böyle olacağa benziyordu. Sanatçılar, sanatsal üretime katkı amacıyla bir uyarıcı olarak afyon kullanıyorlardı. Bu sadece Seattle'a özgü bir durum değildi. Ama eroin, afyon yaprağından işlenilmiş, toz haline getirilmiş bir endüstri mamülü olarak satılır hale gelmişti. Jimi Hendrix ve Andrew Wood aşırı dozda eroinden ölmesinin ardından Kurt Cobain'in akıbeti de böyle olacaktı. Genç rocker'lar, hayranı oldukları isimlerle kendilerini özdeşleştirmek için onlar gibi uyuşturucu kullanıyorlardı. "Altın vuruş" adı verilen aşırı dozda uyuşturucu alarak intihar ederek ölmek, çoğu zaman çok saygın bir ölüm şekli olarak ifade ediliyordu. İntihar bir erdem haline gelmişti. Genellikle uyuşukluğa, alkolizme bağımlı bir hayran kitlesi vardır "grunge"ın. Hatta uyuşukluk da bir erdemdi ve "En iyi besteler kafayı bulmuşken yapılırdı." Fakat kayıp kuşağın gönülsüz mesihi Kurt Cobain gibi kendi canlarına kıyabilme noktasına varabilen bir duyarlılık ya da hayata duyarsızlığa ulaşabilen bir söyleme sahipti. Bu, Seattle'ın sosyolojik yapısının ne denli çürük olduğunun bir göstergesiydi de aynı zamanda. Bu yapı bozukluğunun kökeni, yapaylık, sonradan görme ve kökü olmayan bir kültürel zayıflıkta aranabilir.
Hanry Roollins kendini ifade ederken, "Ben bir müzisyen değilim. Bir yazar değilim. Çığlık atabilirim ama şarkıcı değilim. Ben bir salağım." sözlerini kullanıyordu. Grunge, sert tonlu, punk-rock etkisinde gitar tınıları olarak tanımlanıyordu, tabii gitar olabildiğince yoğun ve sesi de olabildiğince açıklığı olarak tarif ediliyordu. Cobain'in ise grunge'ı, üç çığlık ve bir akor şeklinde tarif ettiğini yazının girişinde belirtmiştik. Grunge'ın temelinde tutku, nefret ve şaşkınlık vardı. Seattle bir liman kentti ve kerestenin merkezlerinden birisiydi. Halkın büyük çoğunluğu ormancı ya da bu işin yan mesleklerinde çalışıyordu. Ormancıların işlerini bitirdikten sonra şehre gelmeleri ve orada hayat kadınlarıyla buluşmaları Seattle'lı gençlerin potansiyel "gayrımeşru çocuk" olma baskısı altında yaşamalarına neden oluyordu. Gençlerin bir şekilde grup kurup, hem eğlenip hem de müzik yaparak bu şehirden ayrılmak istemelerinin temelinde de bu yatıyordu. Büyük bir müzik dağıtım şirketiyle anlaşma yapmaları durumunda ise dünyalar onların oluyordu. Seattle, Amerika'nın varoşu konumundaydı. Bu insanlar, dünyada hiç kimsenin bu insanlardan haberi yokken, ve bu insanların da dünyanın kalan diğer kısımlarında ne olup bittiğinden haberleri yokken bir şekilde kendi müziklerini sadece kendi beğendikleri müzikleri yapıyorlardı. Dünya niçin buraya ilgi göstersin ki? R.E.M o yıllarda çok büyük bir çıkış yapmıştı ve bütün dünya onunla ilgileniyordu. Bu Seattle'lı grupların kendilerini en iyi ifade edebilecekleri ve en mutlu hissettikleri müzikleri yapmalarına engel değildi. Belki böylesi daha iyiydi. Ama işler böyle gitmedi, dünya müzik devi Geffen'in sahibi David Geffen'in zevki daha geçerliydi ve bu ruhu, paraya dönüştürmenin zamanı gelmişti. Çünkü 90'ların başında çökmeye başlayan pop rock dünyasına "nasıl ivme kazandırsak?" diye düşünüyordu. Ve müzik endüstrisi Seattle'a bir şube açtı ve makine burada da iyice yerleşti. Pearl Jam, Soundgarden, Temple of the Dog, Alice in Chains gibi gruplar bu türün öncüsüydüler. Ve onlar gibi birçok grup vardı. Ancak bir çoğu piyasalaştılar. Bunun sonucunda da ruhlarını kaybettiler ve yok oldular. Bu makine teker teker müzisyenleri içine çekiyor, gençliğin ruhu "Smells Like Teen Spirit" paraya dönüşüyordu.
1992 yılından sonra, Seattle'da bir müzisyen göçmeni dalgası yaşandı. Şehre akın eden müzisyenler, Seattle'ın yerel ruhunun, yani temel özelliklerinin kaybolmasına neden oldu. Zaten pek yerel grup da kalmamıştı. Çoğu, büyük müzik şirketleriyle anlaşmalar imzalayarak çevreden merkeze kaymışlardı. Yani, underground nitelik kaybolmuştu.
Seattle&Grunge, sex, uyuşturucu, alkol ve rock'n roll. Tehlikeli bir aşk dörtgeni ve intihar...