Eğitim, insanın hayatını sürdürebilmesi veya geliştirebilmesi için gerekli bilgi ve becerileri kazanma süreci olarak tanımlayabileceğimiz, temel insan haklarından biridir. Gerek uluslararası sözleşmelerle gerekse yasalarla bu hak güvence altına alınmıştır. Ülkemizde de 1982 Anayasasının. 42.maddesi ile güvence sağlanmasına karşın Türkiye’de okur yazarlık oranı % 83.2 dır. Yine, ülkemizde okuma yazma bilmeyen kadın nüfus oranı % 20,1 iken, okuma yazma bilmeyen erkek nüfus oranı ise %5,4 olarak bu oranın dörtte birini oluşturmaktadır. Kadın erkek arasındaki bu eşitsizliğin ileri yaş gruplarında, ve ileri eğitim seviyelerinde daha da arttığı görülmektedir. Yaş gruplarına göre okuma yazma bilinmeyenlerin oranına bakıldığında, 12-14 yaş arası okuma yazma bilmeyen kız çocuklarının oranı % 8,07 iken, erkek çocuklarında bu oran % 3,32’dir. 15-19 yaş arası kız çocuklar için % 10,03 iken, erkek çocuklar için yine % 3,32’dir. Yine okula devam etme ile ilgili veriler incelendiğinde, kız çocuklarının okula devam etme oranının daha düşük olduğu görülmektedir. 6-10 yaş grubu kız çocuklarının okula devam etme oranı %70,4 erkek çocukların oranı %74,4 iken, bu sayı 11-15 yaş arasında kız çocukları için % 55,1; erkek çocukları için %73,6; 16-20 yaş arası kız çocukları için %19,6 erkek çocukları için % 31,6 ve 21-24 yaş arası kız çocukları için bu sayı % 8,9 iken, erkekler için %14,7 olmaktadır. Görüldüğü gibi kız çocuklarının yaşları ilerledikçe okula devam etme oranları düşmektedir. Okula devam etmeyen 15-24 yaş grubundaki kadınların % 40’ının okuldan ayrılma nedeni ise, ailelerinin ilköğretim sonrası okula devam etmeye izin vermemesidir. Türkiye’de eğitim alma hakkı, daha Osmanlı İmparatorluğu zamanından başlayarak kadınların öncelikli talepleri arasında yer almıştır. Ve ilk kez 1843 yılında ‘Tanzimat döneminde Tıbbiye Mektebi bünyesinde verilen ebelik eğitimi ile kız çocukları eğitim almaya başlamışlardır. 1858 yılında Kız Rüştiyeleri, 1869’da Sanayi Okulları, 1870’de Kız Öğretmen Okulları açılmıştır. Özellikle 1908 sonrası ve İttihat-i Terakki iktidarı dönemi kadının sosyal hayata katılması, çalışma yaşamına girmesi, yüksek öğrenim görmesi taleplerinin tartışıldığı ve istenildiği yıllar olmuştur. 1911 yılında kızlar için lise açılmış, 1915 yılında ‘Lisans Darül Fünun’u’ şeklinde, kadınlar yüksek öğrenime kabul edilmişlerdir. Üniversitede kadınlara ilk açılan Fen ve Edebiyat fakülteleridir(1915). 1914-1918 Emperyalist paylaşım savaşları ise kadınların sosyal hayatın içine girmeye zorlamıştır. Savaşta, iş yaşamında, sosyal yaşamda önemli rol ve görevler üstlenen omuz veren kadınlar edindikleri demokratik bilinci örgütlü bir güce dönüştüremeseler de birtakım yasal kazanımlar elde etmeyi başarmışlardır. 1922-1923 yıllarında Hukuk ve Tıp fakülteleri kız öğrenci almaya başladığı gibi o tarihten itibaren kız ve erkek öğrenciler derslere birlikte girme hakkını elde etmişlerdir. Yine dönemde seçme seçilme hakkı, medeni kanunun kabulü, kadının çalışma yaşamını katılımını sağlayacak doğum izni, kreş, sekiz saatlik işgünü gibi talepler de kabul edilmiş, yasal düzenlemeler yapılmıştır. Bu yasal düzenlemelerin bir çoğu günümüze kadar çok az değişikliğe uğrayarak gelmiştir. Ancak, kız çocuklarının eğitimini teşvik edici nitelikteki yenilikler ve köklü değişimler gerçekleşmediği için, kızlarımız zaten kısıtlı olan eğitim olanaklarından yararlanamaz durumdadır. Oysa yapılan bir çok araştırma göstermektedir ki, kadının eğitim düzeyi yükseldikçe evlilik yaşı yükselmekte. aile başına düşen çocuk sayısı ve buna bağlı olarak anne/bebek ölümleri de azalmaktadır. Toplumumuzun her yönden gelişmesini sağlamak için kadınların eğitim durumlarının yükseltilmesi gerekmektedir. Ancak bu gereklilik siyasi iktidarlarca göz ardı edilerek göstermelik önlemler alınmaya devam edilmektedir. 1997 yılında beş yıllık zorunlu eğitimi sekiz yıla çıkaran 4306 Sayılı Kanunun çıkmasıyla, kız öğrencilerin 1998-1999 öğretim yılında altıncı sınıfa devam oranı bir önceki yıla göre % 47,5 oranında artmıştır. Aynı yıla göre 1999-2000 öğretim yılında ise artış oranı % 69 olarak gerçekleşmiştir. Aynı oranlar erkekler için % 18,8 ve % 32,7 olarak gerçekleşmiştir. Yine aynı kriterlere göre, altıncı sınıfa devam oranı şehirde % 30, köyde ise % 161,7 oranında artmıştır.Ancak, yeni uygulamaya geçilirken alt yapıya ilişkin bir düzenleme yapılmadığından eğitimin niteliği düşmüştür. 60-70 kişilik sınıflarda, öğretmen olmadığı için boş geçen dersler yada branşı olmadığı halde derse giren öğretmenlerle ‘eğitim’ veren eğitim kurumları yalnızca diploma verilen yerler haline gelmiştir. Kadının eğitim ve öğrenim durumunu incelerken dikkati çeken bir noktada Yüksek öğrenim aşamasındaki kadın oranlarının, geleneksel iş bölümlerine uygun şekilde dağılım göstermesidir. Örneğin kız öğrenci sayısı, Teknik bilimler ve ziraat gibi alanlarda erkek öğrencilerden az, sosyal bilimler, öğretmenlik alanlarında aynı oranda ve sağlık, dil, sanat alanında daha fazladır. İlk öğretimden başlayarak uygulanan eğitim programlarının içeriği ise bu geleneksel yapıyı değiştirmek yerine içselleştirmektedir. Bugün hala birçok ders kitabında kadınlar ev içinde çocuk bakarken, yemek yada temizlik yaparken resmedilmektedir. Türkiye’deki eğitimdeki eşitsizliğin iki ana nedeni vardır. Birincisi hizmetin ulaşılabilir olmamasıdır; ikincisi, erkek egemen toplumsal yapıdır. Bu iki faktör bir arada olması bölgeler arası eşitsizliği de beraberinde getirmektedir. Türkiye’de eğitimsiz kadın oranları batıdan doğuya gidildikçe artış göstermektedir. 15-49 yaş arası eğitimsiz kadınların % 42’si Diyarbakır, Erzurum ve Şanlıurfa’da yaşamaktadır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da her on kadından beşi okuma yazma bilmemektedir. bölgeler arası görülen eşitsizlikte, Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgede uzun yıllar devam eden savaş hali ciddi bir etken olmuştur. Hizmetin ulaşılabilirliğini etkileyen temel faktörler, eğitimin finansmanı ve örgütlenme ağındaki yetersizliktir. Türkiye’de eğitimin finansmanı, toplam 12,7 milyon ilk ve orta, 1,5 milyon yükseköğrenim öğrencisi ve yaklaşık 500 bine ulaşan öğretmeni ve 60 bine yaklaşan okul binaları ile devlet için başlı başına bir sorundur. Özelikle son yirmi yıldır IMF ve Dünya Bankası isteğiyle uygulanan yapısal uyum politikaları sonucu bütçeden eğitime ayrılan pay her yıl daha da azaltılmaktadır. 1990 yılında bütçeden eğitime ayrılan pay % 13,21 iken, bu oran 2000 bütçesi içinde % 7,13’e gerilemiştir. Türkiye’de eğitime gayri safi milli hasıladan ayrılan pay % 2,70 kadardır. Bir yandan bütçeden eğitime ayrılan pay azaltılırken, diğer yandan katkı payı, karne parası vs.. gibi yasal ve adil olmayan yollardan hizmet ücretlendirilmektedir. Her geçen yılla birlikte ağırlaşan yaşam şartları altında yaşamaya zorlanan yoksul halk kitlelerinin maddi durumları okul harcamalarına yetmediğinde, ataerkil aile yapısı gereği, eğitimden ilk feda ettikleri de kız çocukları olmaktadır. Anayasada ilköğretimin kız ve erkek çocukları için parasız olduğu belirtilmesine rağmen, izlenen bu politikalar sonucu vatandaşlarının bu haktan eşit şekilde yararlanmasını engellemektedir. Bu eşitsizlikten en çok etkilenen de yoksullar ve kızlar/kadınlar olmaktadır. Bir ülkenin geleceğinde stratejik öneme sahip eğitim gibi bir alanında, ülkenin yönetiminde söz sahibi olan siyasi iktidarlar bir taraftan bir taraftan yapısal uyum programları gerekçesiyle kamu kurumlarından gerekli desteği çekerken, diğer taraftan da ağırlıklı olarak Sivil Toplum Kuruluşları aracılığıyla düzenlenen Ulusal Eğitime Destek Kampanyaları ile okur yazar oranı yükseltilmeye çalışıp, samimi olmayan sahte bir çaba göstermekte ve asli görevini de Sivil Toplum Kuruluşlarına bıraktığını ilan etmektedir.