Savaştan Kaçmak
Dinimizin bize yüklediği bir takım görevler vardır. Vatanı korumak ve
gerektiğinde bu uğurda savaşarak ölmek, bu görevlerden birisi ve önemlisidir.
Çünkü din, namus ve bağımsızlık gibi kutsal değerler, ancak vatan sayesinde
korunabilir.
Bunun içindir ki inanan insanlar olarak vatanımız için katlanamayacağımız hiç
bir fedakârlık yoktur.
Vatan savunması için askerlik yapmak, millî olduğu kadar da dinî bir görevdir.
Çünkü vatan savunması aynı zamanda dinin savunması demektir.
"Dinimiz askerliğe büyük önem vermiştir." Sınırda bir tam gün nöbet beklemenin
bir ay gündüz nafile oruç tutup gece ibadet etmekten daha çok sevap olduğunu
Peygamberimiz müjdelemiştir. (Müslim, İmare, 50)
Askerlik, gerektiğinde savaş için bir hazırlıktır. Vatan için savaşmak ise
Allah'ın emridir. Peygamberimize hangi davranışın daha üstün olduğunu soran
kimseye: "Allah'a inanmak ve O'nun yolunda savaşmaktır." (Buhari, İman, 18;
Müslim, İman, 36) buyurmuştur.
Vatan için savaşırken ölenlere şehit denir. Şehitlik ise bir müslümanın dünya'da
erişebileceği en yüksek mertebedir.
"Peygamberimiz, öldükten sonra cennete giren hiç bir kimse, bütün dünya
kendisine verilecek olsa dahi tekrar dünyaya dönmeyi istemeyecektir. Yalnız
şehitler, şehitliğin üstünlüğünü gördüklerinden dünyaya dönüp de tekrar on defa
şehit olmayı arzu edeceklerini, haber vermişlerdir." (Buhari, Cihad, 21)
Düşmanla savaşmak ve şehit olmak, ne kadar üstün mükâfata erişmeye vesile ise,
savaştan kaçmak da o kadar büyük suç ve günah sayılmıştır.
Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Ey mü'minler, (savaşta) toplu halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman, onlara
arkanızı dönmeyin (korkup kaçmayın). Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme ve
diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında kim öyle bir günde onlara arka
çevirirse (korkup kaçarsa) Muhakkak ki o, Allah'ın azabı ile döner, yeri de
cehennemdir. O ne kötü varılacak yerdir." (Enfal, 15-16)
İslâm tarihinde konu ile ilgili bir olay var, Tebûk seferine katılmayan üç kişi
ile ilgili bu olay gerçekten savaştan kaçmanın Allah ve Peygamberi tarafından en
ağır şiddet ve nefretle karşılandığını görüyoruz.
Tebûk seferine mazeretleri olmadığı halde katılmayan Ka'b b. Mâlik, Murare b.
er-Rebî el-Amrî ve Hilâl b. Ümeyye el-Vakıfî Peygamberimiz tarafından çok ağır
bir şekilde cezalandırılmışlardır. Peygamberimiz bunları topluluktan ayırmış,
müslümanların bunlarla konuşmasını yasaklamıştır. Bunlar çarşı pazarda
dolaşırken karşılaştıktan hiç kimse bunlara selâm vermez, konuşmaz, yüzlerini
dönerdi, içinde yaşadıkları toplumun kendilerine karşı olan bu tavrından son
derece etkilenen bu kimseler çok daralmış ve bunalmışlardı. Allah'a yalvarıyor
bu suçlarının bağışlanmasını diliyorlardı.
Nihayet elli gün sonra Allah Teâlâ, tevbelerini kabul buyurmuş ve kendilerini
bağışlamıştı. Konu ile ilgili şu âyet inmişti:
"Ve (savaştan) geri bırakılan üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Yeryüzü,
genişliğine rağmen onlara dar gelmiş vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı.
Nihayet Allah'tan yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı.
Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü
Allah tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendi." (Tevbe, 118)
Bu olaya şahit olanlar bundan büyük ders almışlar, bundan sonraki seferlerden
mazeretsiz geri kalan olmamıştır.