Prof. Dr. Mehmet Ali Kapar Güven,
birine veya bir şeye bel bağlama, kişinin kendisine duyduğu itimat,
cesaret, yüreklilik, yiğitlik ve emniyet anlamına gelir. Güven vermek,
güven duygusu uyandırmak, itimat telkin etmektir. Güven ve güvenirlilik
kapsamında Hz. Peygamberin hayatını incelediğimizde; risaletiyle
birlikte başlayan toplum liderliği vefatına kadar devam etmiştir. O,
risalet öncesi hayatında ve peygamber olarak gönderildikten sonra da
içinde bulunduğu toplumda güvenilen bir insan olarak yaşamış ve bundan
dolayı da kendisine Muhammed el-Emin denilmiştir. el-Emin, inanılan,
güvenilen ve mutemet kişi anlamına gelmektedir. Gerçekten Hz. Peygamber
söz ve davranışlarıyla risalet öncesi ve sonrası hayatında farklı bir
hayat tarzı takip etmemiş hele hele risalet öncesi hayatındaki söz ve
davranışları, risaletiyle birlikte getirdiği prensiplerle asla tezat
teşkil etmemiştir.
Hz. Peygamberin doğumuyla birlikte başlayan aile içindeki huzur,
sütannesinin yanında aile bireyleriyle ve bilhassa sütkardeşleri
arasında sıcak ve samimi bir arkadaşlığa, muhabbet ve güvene
dönüşmüştür. Hz. Muhammed (sav), Benû Sa'd yurduna taşradan getirilen
bir çocuk olarak ailede problem oluşturmamış aksine ailenin Hz.
Muhammed (sav)'e, davranışları ve arkadaşları arasında ortaya çıkan
belirgin özellikleri sebebiyle daha fazla hassasiyet göstermesine sebep
olmuştur. Hatta ailenin Hz. Muhammed (sav)'e duyduğu sevgi ve muhabbet;
belli bir zaman sonra annesine teslim edilmesi gereken çocuğun, bir
müddet daha sütannesinin yanında kalmasını sağlamıştır.
Çocukluk döneminde annesinin yanında bulunduğu yıllarda ve onun
vefatıyla birlikte dedesinin himayesinde geçirdiği günlerde Hz.
Muhammed (sav)'e karşı ihtimam gösterilmiş ve O'nun davranışları da
çevresindekilere güven telkin etmiştir. Nitekim dedesinin yanında
bulunduğu yıllarda Abdülmuttalib Kâbe'nin gölgesine serilen serginin
üzerine çıkarak otururdu. Hz. Muhammed de dedesinin oturduğu sergiye
çıkar ve dedesinin yanına oturmak isterdi. Amcaları çocuğu buradan
uzaklaştırmak istedikleri zaman dedesi müdahale ederek; "Oğlumu bırakın, O'nun ileride şanı yüce olacaktır." diyerek O'nun değerini ve O'na olan güvenini ifade ederdi.
Hz. Peygamber çocukluk yıllarında amcasının kısıtlı olan gelirine
destek olmak için Mekkelilerin koyunlarını belli bir ücret karşılığında
gütmüştür. O'nun, amcasına yük olmamak için yaptığı bu davranışı, yani
çobanlık yaparak para kazanması hem toplumun hem de ailenin güvenini
kazanmasına sebep olmuştur. Yine toplumdaki gelişmelerden uzak kalmayan
Hz. Peygamber, yaşının verdiği sorumluluk ile toplumdaki zulüm ve
haksızlığı engellemek için Mekke'de toplanan Hılfu'l-Fudûl'a katılmış
ve toplumdaki huzur ve güven ortamının sağlanmasına katkıda
bulunmuştur.
Hz. Muhammed gençlik yıllarını da toplumun güvenine layık olarak
geçirmiş ve O'nun, bu dönemde meydana gelen bir takım olumsuz olayların
içinde yer almayışı toplumun O'na olan güvenini daha da artırmıştır.
Nitekim bunun sonucu, Muhammed el-Emin olarak tanınan genç Muhammed, 25
yaşlarında iken bu sıfatı ile de Hz. Hatice'nin güvenini kazanmış ve
onun kervanını Şam'a götürmüştür. Yanında Hatice'nin kölesi Meysere'nin
de bulunduğu Muhammed (sav)'in bu ticarî faaliyetindeki dürüstlüğü, Hz.
Hatice'nin O'na evlilik teklifine sebep olmuştur.
Hz. Peygamber 35 yaşına geldiğinde yağan yağmurlardan dolayı tahrip
olan Kâbe'nin tamirinde Haceru'l-Esved'in yerine konulmasında yaptığı
hakemlik görevi ile Kureyş toplumunu büyük bir kavgadan ve tehlikeden
kurtarmış ve Hz. Peygamberin hakemliği bütün Kureyş'i
sevindirmiştir.Rasûlullah'ın hakemliğine Kureyş'in rıza göstermesi ve
sevinmesi O'na olan güvenlerinin sonucudur.
İşte Rasûlullah'ın cahiliye toplumundaki üstün ahlakı, doğruluğu,
dürüstlüğü ve güvenilirliği, O'nun Muhammed el-Emin olarak anılmasına
sebep olmuştur. Rasûlullah'ın bu güvenli hayatı, Hira'da kendisine Alak
sûresinin ilk âyetlerinin bildirilmesiyle yeni bir döneme girmiştir.
O'nun risaletle görevlendirilmesi, Cenâb-ı Hak nezdindeki itibarını ve
insanlar arasındaki güvenilirliğini açıkça ortaya koymaktadır. Şüphesiz
Hz. Peygamberin risalet hayatındaki başarısında, O'nun güvenilir
olmasının payı büyüktür. Nitekim vahyin ilk yıllarında, aldığı görevin
şoku içinde olan Rasûlullah'a eşinin söylediği şu sözler bu gerçeği
açıkça ortaya koymaktadır; "
Sen, yakınlarına yardım eder, aileni korur, hayatını şerefinle kazanır,
başkalarına doğru yolu gösterir, yetimleri korur, sözün doğrusunu
söyler, emanete riâyet edersin..." Mekkeliler, kimseye teslim edemedikleri değerli eşyalarını O'na teslim etmişlerdir.
Hz. Peygamber risalet öncesi dönemde putlardan nefret etmiş, putlar
adına düzenlenen bayramlara kendiliğinden iştirak etmemiş ve onlar
adına kurban kesmemiş, putlar üzerine yemin etmemiş ve Kâbe'yi çıplak
tavaf etmeyerek daha sonra Peygamberliği döneminde getirdiği
prensiplere aykırı davranışlarda bulunmamıştır. Bundan dolayıdır ki,
Rasûlullah, Peygamberliği döneminde geçmişiyle tenkid edilmemiştir.
Nitekim, Kur'ân-ı Kerim'de bu konu şöyle dile getirilir: "Ben bundan önce bir ömür boyu içinizde durmuştum. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?"
Hz. Peygamber alenî davetin ilk günlerinde; "Ey Muhammed! Artık sana buyrulanı açıkça ortaya koy, puta tapanlara aldırış etme!" âyetinin inzal buyrulmasından sonra kavmini Safa tepesinde toplayıp; "Size şu dağın ardından bir takım süvarilerin gelmekte olduğunu haber versem beni tasdik eder misiniz?" deyince onlar; "Biz senin yalan söylediğini hiç bilmiyoruz."
diyerek Rasûlullah'ı tasdik etmek üzere iken basit hesaplar peşinde
koşan bazı insanların tutumları, alenî davetin ilk günlerde arzu edilen
hedefe ulaşmasına engel olmuştur. Bilhassa dikkat edilmesi gereken bir
başka konu, güvenilirliği ile toplumun gönlüne taht kuran Hz. Muhammed
(sav)'in davetini engellemek için toplumun ileri gelenleri ellerinden
geleni yapmaktan geri durmamışlar ve hatta kendisinde bulunması mümkün
olmayan sıfatları bile O'na isnat etmekten çekinmemişlerdir. Ancak
O'nun geçmişini çok iyi bilenler O'nun dürüstlüğünü itiraf etmekten
kendilerini alamamışlardır. Nitekim Nadr b. EI-Hâris; "Muhammed
aramızda kendisinden memnun olduğumuz, doğru sözlü, emanete riayet eden
birisi iken, bize Peygamberliğini bildirince O'na sihirbaz dediniz.
Hayır! Vallahi O, sihirbaz değildir..." diyerek Allah Rasûlu'nun
güvenli bir kişi olduğunu ifade etmiştir. Yine Hz. Peygamberin azılı
düşmanlarından olan Utbe b. Rabia bile Rasûlullah'ın davasının basit
bir dava olmadığını ve amacının ise dünyalık olmadığını dile
getirmiştir.
Mekke müşriklerinin, Rasûlullah'ın İslam daveti karşısında O'nu
davasından vazgeçirmek için mal, mülk, makam ve mevki gibi dünyalık
teklif etmeleri ve Rasûlullah'ın her defasında bu teklifleri
reddetmesi, O'nun bu dünya nimetlerine meyletmemesi, Rasûlullah'ın hem
davasının büyüklüğünü ortaya koymuş, hem de çevresindekilere güven
telkin etmiştir. Yine Hz. Peygamberin alenî davet sonrasında
müşriklerin eza ve cefası karşısında Habeşistan'a giden Müslümanları
geri getirmek için Mekkelilerin gönderdikleri elçilerin Habeşistan
Necaşisi ile görüşmeleri esnasında oraya çağrılan Müslümanların
temsilcisi olan Ca'fer b. Ebî Talib'in; "
Ey Melik! Biz putlara tapan, ölü eti yiyen, her türlü kötülüğü yapan,
akraba ile ilişkiyi kesen, komşuları gözetmeyen, zayıfları güçlüler
tarafından ezilen bir topluluk idik. Allah, içimizden ailesini,
doğruluğunu ve güvenilirliğini bildiğimiz birini bize elçi olarak
gönderdi..." demesi Rasûlullah'ın kendi toplumu içindeki konumunu
ortaya koymaktadır. Nitekim, Habeşistan Necaşisi de bu savunma
neticesinde Müslümanları müşriklere teslim etmemiştir.
Evs ve Hazreç iki kardeş kabile olmalarına rağmen barış adına ortaya
atacakları teklif bile itimatsızlığa sebep olurken, Mekke'den gelen bir
liderin etrafında toplanmaları O'na olan güvenlerinden dolayıdır.
Rasûlullah, iki kardeş kabile arasındaki husumet ve güvensizliği
ortadan kaldırdığı gibi muâhât ile Müslümanlar, Medine sözleşmesi ile
de burada yaşayan gerek Müslümanlar gerekse Yahudiler arasında birlik
ve beraberliği sağlamaya çalışmıştır,
Hz. Peygamber her zaman; "Eğer (düşmanlar) barışa meylederlerse Sen de ona yanaş ve Allah'a güvenip dayan."
âyetine uygun hareket etmiş, Medine'ye geldiği günden beri gerek Medine
içinde ve gerekse Medine dışında sulh yollarını deneyerek antlaşmalar
yapmıştır. Rasûlullah'ın bu barış girişimleri çerçevesinde Medine'deki
Yahudiler ve Medine dışındaki komşuları Benû Damre, Müdlic, Gıfâr ve
Cüheyne oğullarıyla yaptığı antlaşmalar, karşılıklı güven duygusunun
gelişmesini ve komşuluk ilişkilerinin devamını sağlamıştır. Hatta
tarafların birbirlerine duydukları bu güven duygusu ticari
faaliyetlerinin de hız kazanmasına sebep olmuştur.
Hz. Peygamberin hicretin 6. yılında Mekke müşrikleriyle yaptığı
Hudeybiye Musalahasında dikte edilen ve görünüşte Müslümanların
aleyhine gibi görünen maddeler, sulh adına imza altına alınmıştır. Ebû
Cendel'in Hudeybiye'ye, Ebû Basîr'in de Medine'ye gelerek yaptıkları
iltica taleplerinin kabul edilmemesi, Rasûlullah'ın antlaşmalara
sadakatini ortaya koymaktadır. Ancak bütün bunlara rağmen Mekke
müşrikleri antlaşmaya ihanet etmişler, 10 yıl süreyle yapılan Hudeybiye
Musalahası, 2 yıl sonra bozulmuştur. Hz. Peygamber, antlaşma gereği
Müslüman olan Mekkelileri Medine'ye kabul etmezken, Mekke müşriklerinin
antlaşmaya sadakat göstermeyip Müslümanların müttefiki olan Huzâa
kabilesine saldırmaları, tarafların barış anlayışını ortaya
koymaktadır.
Hudeybiye Musalahasının sağladığı güven ortamı sonucu, davet mektubu
gönderilen kabilelerin Medine'ye gelen temsilcileriyle Rasûlullah'ın
konuşmaları o kadar samimi ve cana yakın oluyordu ki, çoğu kez
diplomatik görüşmelerde akla gelen aşırı resmiyet ve donukluk, Hz.
Peygamberin söz ve davranışlarında eriyip gidiyordu. Elçilerin ve
heyetlerin, görüşmelerde Rasûlullah'a duydukları güven sonucu, onlar
Medine'de günlerce kalabilmişler ve istedikleri zaman kabilelerine
dönmüşlerdir.
Savaşlar esnasında sahabe, birkaç misli orduyla karşılaşmakta hiçbir
tereddüt göstermemiş, en tehlikeli durumlarda bile Rasûlullah'ın
yanından hiç ayrılmamıştır. Bütün bunlar ashabın O'na olan güveninin
sonucudur. Rasûlullah komutanlarını uğurlarken; Allah'tan korkmalarını,
savaş esnasında katliam, tecavüz, ihanet ve intikamdan uzak
durmalarını, harp yapmaktan aciz vs. uzak olanlara karşı harp
yapmamalarını, müjdeleyici ve kolaylaştırıcı olmalarını tavsiye etmiş.
Özellikle kadınların, çocukların, ihtiyarların, sakatların, hasta
olanların evlerine kapanıp silaha sarılmayanların emniyette olduklarını
ifade etmiştir. Rasûlullah'ın tertiplediği gazve ve seriyyeler
genellikle davetin önündeki engelleri kaldırmak, devlete yönelik
tehlikelere engel olmak ve toplumdaki huzur ve güven ortamını temin
etmek için yapılmıştır.
Rasûlullah döneminde, harp sonunda alınan esirler bile güven içinde
olmuşlardır. Nitekim O'nun talimatıyla esirlere iyi muamele edilmiş,
yedirilmiş, içirilmiş, giydirilmiş ve her türlü ihtiyaçları
giderilmiştir. Hatta Rasûlullah, harp anında ve harp sonunda eman
isteyenlere eman vererek herkesin güven içinde olabileceğini
göstermiştir. Nitekim Mekke Fethi günü öldürülmesini istediği kimselere
istisnaları olmakla birlikte eman vererek onların hayatlarını
bağışlamıştır.
Ayrıca Rasûlullah aile hayatı içerisinde yiyecek, içecek, giyim ve
kuşamda temizliği ve mütevaziliği elden bırakmamış ve hayatında asla
lükse yer vermemiştir. Bilhassa toplumda ihtiyaç sahiplerinin ön planda
tutulmasını isteyerek; "Benim Uhud dağı kadar altınım olsa, borcumun dışında bir gece yanımda bulunmasını ve ondan bir dinar kalmasını istemem."
buyurmuştur. Rasûlullah'ın bu tutum ve davranışları, ashabı tarafından
o derece örnek alınmıştır ki, bunun sonucu olarak Medine, dünya ve
ahiret saadetini isteyenler için örnek bir şehir olmuştur.